Gençlerin Perspektifinden’in yeni konuğu, kendi girişimci ruhunu tüm sözlerine yansıtan Nil Aydın. Nil değişim için, hayal etmek ve hayal ettirmek için durmadan koşan bir genç. Hayallerin dahi gerçekliğe takılarak kurulabildiği, üstelik gençlere hayallerin dahi nasıl kurulmasının öğretildiği zamanlarda; hayal kurabilmeyi, değişimi, harekete geçmeyi, girişimci bakış açısını yansıtan Nil; iş dünyasına dair dönüşmesini umduğu ‘gerçeklik hayallerini’ de sizler için aktardı. Sürekli ‘’Z kuşağı’’ konuşulurken bir Z Kuşağı gencinden bu kuşağı, hiçbir sınıra takılmadan kendini tanımlamaya çalışan bu gençleri anlamak üzere Nil’i tanıyalım.

Nil Aydın kimdir? Bize biraz kendinden, yaptıklarından bahseder misin?

Ben kendime Chief Amazement Officer (“Hayret Ettirme” Yöneticisi) demeyi seviyorum. Hayatıma kısa bir süre de olsa eşlik etmiş her insan aslında bu hayret ettirme olayının karşılıklı olduğunu görmüştür. Ben bir “Neden?” çocuğum. Bu yüzden önce hayret ediyor, daha çok soruyor, yanıtları beğenmezsem istediğim yanıtların “neden” sorularını soruyor, sonra bu nedenlerle dünyamı hayret ettiriyorum. Daha sonra hayret eden insanların yaptıkları beni tekrar hayrete düşürüyor ve bu kurcalama böyle dönüp gidiyor.

Biraz akademik, biraz girişimci, oldukça sosyal ve çokça bilinçli bir Z kuşağı mensubuyum. Ankara’da doğdum ve büyüdüm. Çocukluğum bir meslek lisesinin uygulama anaokulunda, eğitim hayatım devlet okullarında geçti. Şimdi dönüp baktığımda o kadar çok keyif aldığımı hatırlıyorum ki, bir çocuk yetiştirsem her bir adımına aynı şekilde yollarım. Bu noktada devlet okullarının imkansızlıkları, değişen sosyo-ekonomik öğrenci profilleri ile kötü anılmasının tek taraflı olduğunu düşünüyorum. Evet kötü şeyler yapan çocuklar vardı, evet okulunuzda çok az sayıda kötü bilgisayarlar oluyor ama hayır hiçbir özel okul orada edinilen sosyal kültürü, mücadele becerisini ve hayat simülasyonunu veremezdi.

ODTÜ’de İşletme okuyorum, bir yandan da Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi ikinci anadalı yapmaya çalışıyorum. Ruhumun önemli bir kısmı müzik, bedenimin bir kısmı tenis. Sözlerim bir münazır sözleri, tartışmalarım hep argümantatif. Değiştirmek istediğim çok şey var, nasıl değiştireceğimize dair de Zihni Sinir projelerim. Bugüne kadar UNICEF’ten Greenpeace’e, Adım Adım’dan LÖSEV’e, 11 farklı sivil toplum kurumunda, sayısız projede gönüllülük yaptım. Bir yandan da içimdeki çalışkan çocuk hiç durmadı, hep çalışacak bir iş buldum. Şimdi Girişimcilik Vakfı’nın 2021 Fellowlarından biriyim.

Beni tanımlayan bir diğer şeyin de neleri reddettiğim olduğunu düşünüyorum. Yaşadıklarınız kadar yaşamadıklarınız da sizi ‘siz’ yapıyor. Yaşamadıklarınız: yaşayamadıklarınız ya da yaşamayı reddettikleriniz. Kocaman bursları, çılgın fırsatları, ballı kaymaklı yolları, benim iyiliğim için olduğu söylenen birçok şeyi de reddettim. Bütün bunlar da bugün bulunduğum yerin daha anlamlı olmasını sağlıyor. Tercih yaptıkça, uğruna feda edilenler arttıkça seçtiğiniz yol daha da anlam taşımaya başlıyor. Dönüp baktığımızda yaşadığımız ve yaşamadığımız bir sürü şeyin temsili bir hayat yaşamış oluyorsak eğer, reddettiğim her büyük güzel şeyin yoluma katkısı büyük.

Pek çok girişimde aktif olarak çalışmışsın. Üniversite hayatında seni buralarda çalışmaya iten neydi? Bu ekosistemi tanımak sana neler kattı?

İçinde yeniliği ve teknolojiyi, popüler tanımla “inovasyonu”, barındırmayan her şey bünyemde huzursuzluk yarattı diyebilirim. Facebook profilimi ilkokul 2.sınıfta açmıştım, okumayı öğrendikten hemen sonra, sosyal ağlardaydım diyebiliriz yani. Hal böyle olunca içine büyüdüğüm bu teknoloji çağında bundan yararlanmayan ve çağı yakalamayan şeylerde kendimi ait hissetmem mümkün olmuyor. Evet denedim diğer türlüsünü de ama içimde hep susmayan biri vardı: “İşte orada çözüm! Azıcık bilişsel değişim, biraz da bilişimsel gelişim. Hepsi bu.” Tabii hayat pratikleri, özellikle organizasyon pratikleri neredeyse hiçbir zaman böyle ilerlemiyor. Bir sürü kağıt sürecini filan sebep görüyorsanız, maalesef yanılıyorsunuz. Evlenmek de aslında çokça kağıt işi ama evlenmek isteyen kimsenin kağıt işi çok diye vazgeçtiğini görmedim ben. İşte tam da bu noktada başka bir sebebe ve ışığa gerek duymaksızın daha yaşlı nesillere (Y’lere, Z’lere) zor gelenin bilişsel değişim olduğunu görüyoruz. Bizim nesil çok akışkan, bizim nesil çok değişken, evet ama sadece bir önceki nesil olan 30’larında 40’larındaki Y kuşağı nasıl oluyor da bu kadar korkuyor ve değişime 60’larındaki ebeveynlerimle aynı tepkileri verebiliyorlar? ‘’Neden?’’ diye sormayı sevdiğimi söylemiştim, işte beni hayrete düşüren bir soru bu.

Üniversiteye geldiğimde, özellikle bölümümde aldığım eğitimler, akranlarımın dahil olduğu topluluklar derken uzaktan, uzaktan girişimcilik ile tanıştım. Uzaktan diyorum çünkü uzun bir süre kendisine mesafeli kaldım. Kendimi yeterince girişimci görmüyordum, yeterince inovatif görmüyordum, yeterince cesur değildim ya da yeterince istemiyordum. Bütün bunlar aslında benim kendimi yetersiz görmemden kaynaklanan, öz değersizlik duygusundandı. Üniversiteye geldiğimde benden beklenen şeylerin kat kat ötesini başarmış bir çocuktum. Madalyalar, kupalar, sertifikalar, diller, sanat, sahne ve üniversite sınavında 500. olmak gibi bir sürü başarıya sahipken kendimi ne girişimci ne girişken görüyorum. Nedense, çok korkuyordum. Girişimci olmuş insanlarla sohbet etmeye başlamamla beraber onlar bendeki girişimci ışığı gördü ve yönlendirdi diyebilirim. Her alanı kıyasladığımızda, belki de en fazla mentorluğa ihtiyaç duyduğunuz alan girişimcilik. Bu yüzden de aslında ekosistem içerisinde sürekli olarak “geri verme (giveback)” kültürünün yaşatılması biz genç girişimci adayları için çok önemli. Bir bilinmezliğe adım atıyorsunuz esasında. Önünüzde kurumlar, yatırımlar, ortaklar sıralı olmuyor. Tam bir ihtimaller havuzu. Bu havuzla ilgili de en önemli şey yüzmeyi öğrenmeniz için yapılacak olan teşvik. En azından benim için böyleydi.

Girişimcilik, bence Z kuşağının iş yapma şekli. Cesuruz, farkındayız, küreseliz ve inovatifiz. Çeşitli başka kaygılar sebebiyle buna kendini adayan insan sayısı az olsa da hayallerine ve kendine olan inancına belirsizliklerde ve dalgalanmalarda yine de sahip çıkabilen, “resilience”ı (duygusal direnci) yüksek gençler için tam bir habitat. Kendine has canlılar yaşıyor bu habitatta ve buraya ait olan canlıların başka yerde tatmin olması da oldukça zor. Tam da bu yüzden aslında biz girişimci yeni nesli korumak ve çoğaltmak için yapılan her şeyin etkisini çok net bir şekilde görebiliyoruz. Girişimcilik Vakfı’nın ilk buluşmasında nasıl hissettiğimi çok iyi hatırlıyorum: “Anlaşıldığım yerdeyim.” Seçilen akranlarımdan her biri fark yaratmak istiyor, her birinin hayata ve kendine dair farkındalıklarından gelen çokça kaygısı var ve hepsi hayalleri için çok çalışıyor. Ekosistemi de aynen böyle tanımlayabilirim.

Bu ekosistem aslında biz “girişimci” canlıları yaşatan ekosistem. Kimilerine çok katastrofik geliyor uzaktan, böyle bahsedildiğini duyuyoruz sıkça. İçinde ise çok hassas bir sistem. Bir teraryum yaşatmaya çalışıyorsunuz gibi fakat etrafında cam yok. Kulağa hayal etmesi zor geliyorsa eğer daha önce girişimci hayaller kurmamışsınız demektir. Koruyan ve ayıran duvarlar olmadan girişimcilik, dünyaya entegre bir şekilde var oluyor günümüzde. Şu an benim de üzerine çalıştığım bir girişimim var ve gerçek anlamda bu hassas dengeyi kurmayı, yönetmeyi ve korumayı pratik ediyorsunuz başka herhangi bir yerde edeceğinizden çok daha fazla.

Farklı sektörler ve kurumları öğrenciyken oldukça deneyimlemişsin. Bugün gençlerin kariyerlerinde farklı alanları deneyimlemek için aynı anda pek çok yerde bulunmasının sence avantaj ve dezavantajları nelerdir?

Farklı alanları deneyimlemek için birden fazla hobi edinebiliriz. Farklı edebiyatlardan kitaplar okuyabiliriz, farklı disiplinlerle bilim yapabiliriz. Farklı işlerde aynı yerde çalışamayız.

Sevgili koçum Naci Demiral’ın bana anlattığı bir analoji vardı, kredisini kendime yazmadan aynen anlatmak isterim okuyanlara. Bilgisayarı var hepimizin. Bilgisayarlarınız kullanırken “kasıyor” mu sizin de? Donuyor mu ara ara? Ortalama bilgisayarlar çoğunlukla yapar bunu. Peki ne zamanlar yaşanıyor bu? Hemen söyleyelim: Çok fazla sekme açtığımız zamanlar. Yani aynı anda birden fazla programı, işlemi, yürütmeye çalıştığımız zamanlar. İşte bu bilgisayarlar aynen zihnimizi sembolize ediyor. Aynı anda birden fazla programı çalıştırmak, birden fazla işi yürütmeye çalışmak, aklımızın bazen durmasına, zaman zaman donmasına, çoğu zaman da yavaşlamasına sebep oluyor. Buna verimin azalması diyebiliriz daha teknik bir yönden ama ben herkesin biricik ve sosyal varlıklar olduğunu göz önünde bulundurarak hakkını verememek demeyi tercih ediyorum. Çok daha mutlu ve motive yapacağımız bir işte, ikinci üçüncü geldiğinde yüzümüz düşmeye başlıyor mesela. Yaratıcı olacağımız varsa da olmuyoruz o saatten sonra. Vaktimiz ve enerjimiz yok.

Akranlarımla bir şey yapmak istediğimde benim de en çok aldığım olumsuz yanıt “Şu an aynı anda … şeyle ilgileniyorum.” Sayıyı tahmin edebiliyor musunuz? Temelden başlayabiliriz, bir değil. Kimse bir şeyle ilgilendiği için diğerini almak istemiyor değil. Aksine, bir tane daha alırsa sigortanın atacağını bildiği işi almak istemiyorlar. Bu da ne demek oluyor, halihazırda yavaşlamışlar çok yüklenme yüzünden. Duyduğum sayılar ise beş, altı… Bugün, farklı alanlardan iki gencin vakitlerini birbirine uydurup ortak şeyler yapabilmesinin imkânı oldukça az. Alanlarında ‘’senior’’ olanların kurdukları oyunlarla o kadar meşgulüz ki, kendi oyunlarımızı kurup oynamaya alanımız kalmıyor. Ama içtenlikle söyleyebilirim ki, sağlıklı olan bu değil. Bizden sonraki kuşak böyle gelmiyor. Alternatif anaokulları ile öğretmenin gözlemci, çocuğun aktör olduğu bir ekol yaygınlaşıyor. Greta Thunberg kalkıp tüm dünyayı protesto ediyor, bizi kurgulayan büyük insanlara “Nasıl cüret edersiniz?” diyor. Feyz almamız gerekiyor, bir tutkumuza odaklandığımızda, kendi oyunumuzun baş rolü olduğumuzda, bir sürü hikâyenin yardımcı karakteri olmaktan çok daha büyük bir ses getirebileceğimizi görmemiz gerekiyor.

Yine de farklı alanları mı görmek istiyoruz? Son beş senede kaç defa tiyatroya gittiğimizi düşünebiliriz. Hayatımızda hiç opera izledik mi, o dünyaya şaşkınlıkla baktık mı? Kendi saksımızda kendi salatalığımızı yetiştirdik mi? Üzerine titredik mi bir bitkinin? Dağa çıktık mı peki? Memleketin her yanı tepe, bunlarda rüzgâra karşı kamp kurduk mı? Hiç izlemediğimiz türde bir film, hiç okumadığımız türde bir edebiyat… Aynı anda değil de aynı hayat içerisinde yapabileceğimiz, deneyimleyebileceğimiz bir sürü alan var. Bunlar iş değil ama. Bunlar hiçbir zaman iş olmadı.

Sence gençler iş dünyasına erkenden dahil olabilmek için neden bu kadar çok çaba gösteriyor? Bulunduğumuz dönem ve jenerasyonlar arası iletişimi düşündüğünde bunun spesifik bir sebebi olduğunu düşünüyor musun?

Bizim derdimiz nedir, önce bunun konuşulması gerekiyor. Neden farklı alanlar için bu kadar çok çabalıyor görünüyoruz? Çok mu geçici heveslerimiz var? Herhangi bir çağın gençliğinden daha fazla değil. Sıkıya mı gelemiyoruz? Hiçbir kuşak gençliğinde bu kadar donanımlı ve iyi yetişmiş olmamıştı. Aynı şeyleri yapmak mı rahatsız ediyor? O zaman alandan alana geçmemiz gerekirdi, aynı anda bir sürü alana devam etmemiz değil. Demek ki hakkımızda yapılan varsayımlardan çok daha farklı bir noktadayız.

İlk ve en önemli nokta: Ne istediğimizi ve neye uygun olduğumuzu bilmiyoruz, bunu arıyoruz. Hem kendi hikayemde hem akranlarımda gördüğüm ve doğruluğunun evrensel olduğu bir gerçek bu. Kendimizi tanımıyoruz. Dünyanın bize neler verebileceğini bilmiyoruz. Bizim dünyaya verdiklerimizin yanında, ondan neler talep edebileceğimizi bilmiyoruz. Öyle ya da böyle daha az edebiyat ekollerini okuyan, daha az grupça hareket eden, daha az geleneksel aidiyet duyan bir gençlik olarak yetiştik. Siz yetiştirdiniz, onlar yetiştiremedi, kimler yetiştirebildi fark etmeksizin, biz böyle yetiştik. Hal böyle olunca peşinden gittiğimiz insan, fikir, topluluk sayısı çok daha az. Kimse bize ne olmamız gerektiğini geçmişteki gibi dayatmıyor ve/veya biz olan dayatmaları o kadar sahiplenmiyoruz. Bu, kendini tanıyan bir birey için müthiş bir özgürlük iken; kendini tanımayan bir birey için dehşet bir savruluşa dönüşüyor. Savrulan yapraklar bir o toprakta yeşermeyi deniyor, bir bu toprağa köklenmeyi deniyor, öte toprakta verimlilik var diye oraya da tohum yollamaya çalışıyor. Bulunduğu bu yerlerin kendini tanımlayacağını düşünüyor. Yeşerdiği bir yer olursa varoluşunu anlamlandıracağını düşünüyor. Fakat sorun şu ki, ne olmasını istediğini bilemediği için yeşermesini algılayamıyor, yeşereceğine inanmıyor, yeşermenin ne kadarıyla tatmin olacağını da kestiremiyor. Ve tabii hiçbir yeşerme fırsatını da kaçırmak istemiyor, belki araması gereken toprak orasıdır diye. “Aradığı” değil “araması gereken” olarak ifade ediyorum fark ettiyseniz. Arayan bulur çünkü. Her zaman aradığını bulmaz ama mutlaka bir şeyler bulur. Yeni bir arayış bulur, yeterli yanıtı bulur, aramaması gerektiğini bulur, elbet bulur. Aynı anda her yere yetişmeye çalışan gençler ise, bir taksiye binip nereye gitmek istemediklerini söylüyorlar. Sevmediklerine karşı birazcık daha eminler gibi sanki.

Ben de bana söyleneni yapmak için yolumu aradım. İyi bir işim olsun diye iyi bir özgeçmişim olsun. İyi bir özgeçmişim olsun diye iyi bir mezun olayım. İyi bir mezun olacaksam; notlar yetmez, staj yapayım. Bir staj yetmez, Ayşe iki tane yapmış. E sen şimdi iki yaptın ama Mehmet dünyanın en iyi firmasında yapmış. Üç staj yapmış olabilirsin ama kurumsal bir yerde çalışmadın. Dört yerde staj yaptın ama hepsi farklı departmanda, uzman olduğun alan yok. Sen beş staj yaptım bitti mi diyorsun? Fatma bu dönem haftada iki gün ofise gidiyor. Altıncı stajından yetişemediğin için istifa mı ettin? Bütün referansın çöp olur, en iyisi başka staj yap. Yedi staj mı yaptın? Öğrenci için çok, birazını sil özgeçmişinden... Özgeçmişimizden yaptığımız bazı şeyleri “değerli değil” diye, “fazla” diye, “gereksiz” diye siliyoruz ama oraya verdiğimiz zamanı nasıl likit iade alacağız?

Sözün özü: Dünyayı devralacağı söylenen robotlar vardı ya, onlar biziz. Dünyayı ele geçirme potansiyeli olan ama onu yaratanın tuşa basmasıyla çalışan robotlar Z kuşağı gençleri. Biraz yazılım, biraz sertifika, biraz dil, çokça akademi, iş tecrübesi fiş tecrübesi… Bilgileri sayan, bir şeyleri öğrenmek yerine ezberleyen o robotlar biz olduk. Sistemlerimize programlar yüklendi, hangi robot daha akıllı yarışmalarına katıldık, kapıştırıldık, konumlarımıza doğru ilerletiliyoruz. Bir şey talep etmiyoruz, şarjımız yettiğince fonksiyonlarımızı gerçekleştiriyoruz. Karakter bulmamız gerektiğini fark edince ise işlerimiz bozuluyor: Hangisi biziz? Biz kimiz? Hayat ne kadar anlam saklıyor bizim için? Vazgeçtiğimiz her ihtimali kaybettiğimiz bir görev olarak görmeye programlandık: Fırsatlar maliyetine meydan okuyoruz. Fırsatlar maliyeti teorisinde vazgeçtiğiniz her fırsatın, gerçekleşseydi getireceği kâr, sizin şu an seçtiğiniz fırsatın maliyetidir. Bu kötü bir şey değildir, bu hayatın kendisidir. Kendimizden emin olduğumuzda, seçtiklerimiz bize yeterli gelmeye başladığında, işte o zaman bu maliyetten korkmayacağız. Vazgeçişlerimizin de bizi tanımlaması işte bu yüzden: Alabildiğimiz kaybın sorumluluğu kadar ayağımız yere basar.

Deneyimlediğin farklı kurumlar ve deneyimlerden hareketle sence iş dünyasında bugün gençlerin nasıl bir yeri var?

Yok. Bunu böyle söylüyor olmam gençleri mi yoksa iş dünyasını mı daha çok korkutmuştur bilemiyorum. İş dünyasıyla gençlerin bugünkü halleriyle uzun süreli birlikteliklere adım atmaları çok zayıf bir ihtimal olarak gözüküyor bana. Şöyle görüyorum: İş hayatı bir çift sert kalıplı parlak sivri ayakkabı. Öte yandan Z kuşağı, yöneticisi terlikli Mark Zuckerberg olan spor ayakkabılı gençler. İş hayatı, kalıbını genişletmediği sürece, spor ayakkabıdan gelen bir insanın oraya sığması için tek bir seçenek var: Ayağını vurması. Bu olur mu, olur. Ben oldurmak için o kalıba girdim, ayağımı da vurdu. Vurduğu yerin acısı dayanılmaz olunca da genişletmeye çalıştım. Bağcıkları açtım, hatta arkasına bastım. Ayakkabıyı bana uydurmaya çalıştım. Kimisi bunu yapmaz. Yapan ya da yapmayanın birbirine kıyasla daha fazla bir değeri yok. Yapmayan, ayakkabının ona göre olmadığını kabul eder ve denemez. Daha az yara ve daha az deneyimle bu sığma-sığdırma çekişmesinden çıkar. Olması gereken bu mu peki, röportajda söyleniyor muyum ya da genel olarak memnuniyetsizlik sadece olumsuz sözlerle kendini gösterdiğinde bir şeyleri çözebiliyor ya da değiştirebiliyor mu?

Tabii ki hayır. Gençlerin iş dünyasına adapte olacağı noktaları birkaç noktada özetlemem gerekiyor: İyilik haline (well-being’e) verilen değerin artması, dikey hiyerarşinin azaltılması ve daha yatay örgüt modellerine geçilmesi, rekabet gözlüğünün derecesinin düşürülmesi (bu madde gençler için). İyilik hali, insan var olduğundan beri olan fakat her çağda farklı ele alınmış bir kavram. Çoğu zaman olmayan iyilik hali ya da başka bir deyişle kötülük hali, büyük bir tabu haline getirilmiş. Şimdiki gençlikte ise travmaların, fobilerin, kaygıların, ruhsal atakların çok daha özgür konuşulabildiğini yaşıyoruz hepimiz. Bir arkadaşım telefonu açmadığında hiç kişisel algılamıyorum mesela ben. Arkadaşım daha içe dönük bir insan olduğu için konuşmayı sevmiyorsa, çok acil olsa da aramak yerine mesaj atıyorum mesela. Her birinin zihinsel iyilik haline elimden geldiğince pozitif etki sağlamaya çalışıyorum. Her bir akranım biricik ve deneyimleri de öyle. Her birinin hayatı ele aşına ve algılayışına hassas olunması gerekiyor. Yani hayır, teknoloji genci olduğumuz için her an onu kullanarak bize erişmeleri gerekmiyor.

Diğer bir yandan hiyerarşik örgütlenme modelleri oldukça old-school (eski akıl). Bizlerin aklında, girdiğimiz firmada 25 sene devam edersek genel müdürlüğe aday olabiliriz gibi hayaller pek yok, çünkü daha seneye nerede olacağımızı kestiremiyoruz. Hal böyle olunca, basamaklar olsun ve ilmek ilmek çıkalım beklemiyoruz. Bu demek değil ki hemen en başarılı olmayı bekliyoruz, sanmam kimsenin bu kadar irrasyonel olduğunu. Sadece 25 senelik tırmanma hikayesinin gerçekçi gelmediği insanlara her bir basamakta kalan 24 basamak kadar yöneticin olacak derseniz “meh” yanıtını almanızın olası olduğunu söylüyorum.

Peki nasıl olsun, şöyle olsun: Gençler daha geveze olsun. Biz talep etmeden, konuşmadan, danışmadan, müzakere etmeden kimse bir gün yatağından bizim isteklerimizi bilerek uyanmayacak. Olmayana içten içe tavır almak kolaydır. Birinden bir hediye beklersiniz, hediye gelmez ve tavır alırsınız. Ne hediye istediğinizi söylemezsiniz, ne zaman beklediğiniz bilinmez ve daha sonra neden kırıldığınız anlaşılmaz. Olması gereken bu değil, değilmiş. Ben de yeni çağın psikolojik danışmanlarından öğrendim: Ne istediğimizi ne zaman istediğimizi açık açık söylememiz gerekiyor. Karşı tarafının bilmesini, anlamasını varsaymak, taleplerimizi niyet edip suya atmaya benzer. Halbuki alternatifinde doğrudan ilgili kişiye açıkça söylediğimizde ne beklediğimizi, karşı taraf için her şeyi netleştirmiş oluyoruz. Kendimizi anlatmış oluyoruz. Ve eğer anlaşılmak istiyorsak, anlatabilmemiz en önemli noktalardan biri.

Profesyoneller ne yapabilir peki? Sadece öğüt vermeyebilir. Hatalara daha tahammüllü olabilir. Daha fazla dinlemeye ağırlık verebilir. Karşısına gelen genci var olan kalıba göre aynı düzlemde direkt yerleştirmeye çalışınca olmadığında silip atmayabilir. Belki bir tur sağa çevrildiğinde şekil kalıba sığıyordur ve sıkıntı bizim şekli tek düzlemde görüyor oluşumuzdur. Bir bebeğin bu şekli kutuya koyma oyununda yaptığı gibi farklı algılayışlar denenebilir. Ya da bebekler yaptığında bizi en çok güldüren zeka parıltısı olarak, kutunun şekillere göre kesilen kapağı çıkarılabilir. Tüm şekiller kutuya sığacaksa ve görev bu şekilde tamamlanacaksa, illa süregelen kalıplardan geçmelerinin neden gerektiğini göremiyorum. Bir de buna şans verilebilir.

Birçok girişimde öğrenciyken çalışmanın sana kattığı bir bakış açısı olduğunu düşünüyor musun? Sence ‘’girişimci’’ bakış açısı nedir ve geliştirilebilir bir bakış açısı mıdır?

Girişimci bakış açısı, cüret etmektir. Hayal etmeye cüret etmektir ("dare to dream"). Girişimci bakış açısı, inançtır. Kendini gerçekleştiren kehanetleri lehimize çevirmek için inanmayı hiç bırakmamaktır. Girişimci bakış açısı umutludur, realisttir, disiplinlidir, özgürdür. Girişimci bakış açısı, bir işletmecilik modeli değildir. Girişimci bakış açısı, kişinin hayatı algılayışının yukarıda saydığım sıfatlar çerçevesinde olması demek. Herkeste, her yerde çıkabilir. Kediler girişimcidir mesela. Meraklılardır, inatçılardır ve kendilerini hep daha iyiye odaklarlar. Eskiler "kediyi merak öldürür" der, biliriz hepimiz. İnsanlar tek bir kötü olayı, iyi olaylara kıyasla daha fazla paylaşmaya eğilimlidir. Kedilerin de kötü namı ondandır. Halbuki gün sonunda sıcak kaloriferler ve temiz çarşaflarda sevildikleri yeri yapan canlı, en çok kedilerdir.

Girişimci bakış açısı kesinlikle geliştirilebilir bir kastır. Ben çok az becerinin doğuştan beceri olduğuna inanırım. Evet belli bir yatkınlığa sahip olmanın avantajı vardır fakat asla yeterli değildir ve kimseyi daha o konuda daha önde yapmaya yetmez. Bugün kime sorsanız bulunduğu yer için çok çalıştığını, tüm diğer adaylardan daha çok emek koyduğunu söyler. Örnekler için Fazıl Say, Ali Nesin ve Garip Kont'a bakabilirsiniz. Bulundukları yerlerde olmak için inanılmaz çok çalışmış insanlar. Tutkuyla çalışmış insanlar, hayatlarını adamışlar. Benim daha girişimci bakış pratiğine sahip olan bir genç olmamın sebebi de hali hazırda birkaç senedir birden fazla yerde bu bakış açımın geliştirilmesi için girişimcilik kaslarım sürekli eğitilmesi. Evet pek tabii hali hazırda doğamda olan bazı özellikler daha hızlı adapte olmamı sağlamış olabilir fakat sürekli sosyalmiş gibi davranan bir insanın da daha sosyal bir çevreye sahip olması da beklenecek bir şey olurdu.

İşte tam da bu noktada, öğrenciyken bu girişimleri deneyimlemenin girişimci bakış antrenmanlarımı erkenden başlatmış ve hayatımın bir parçası haline getirmiş olduğunu söyleyebiliriz. Erken diyorum ama belki de bu satırları okuyan bir liseli olacak ve bu pratikleri daha da erken deneyimliyor olacak. Deneyimin yaşı yok çünkü. Geçtiğimiz günlerde LinkedIn'den bana bir bağlantı isteği geldi ilkokulda okuyan bir girişimciden. Evet, ilkokul 4.sınıfı okuyordu kendisi. Yazdığı kodları paylaşarak insanlara ulaşmaya çalışıyor ve bizlerden mentorluk alarak geleceğin mucidi olmak istiyor. Yani buradan alınacak derslerden biri de bakış açısı kazanmanın yaşı olmadığı gibi, girişimci bakış açısı kazanmanın girişimci olmakla ya da girişimlerde çalışmakla alakası olmadığı. Bunlar size yalnızca gözlem şansı verir. Ders çıkarmak, ilham almak, taklit etmeye çalışmak, sorular sormak size kalır.

Son olarak pek çok genç ekipte de çalışan bir genç olarak bu röportajı okuyan akranlarına bir çağrın var mı?

Birbirimize destek olmamız gerekiyor, takdir etmeyi daha iyi öğrenmeliyiz. Akran teşviki her birimiz için çok önemli: En çok akranlarımızla iyi geçinmek istiyoruz, en çok akranlarımızın sorunlarını anlıyoruz, en çok akranlarımızın bize sınavdan önce anlattığı dersi anlıyoruz. Her birimiz çok da güzel şeyler yapıyoruz. En eksik olduğumuz noktanın birbirimizi desteklemek, birbirimize "arka çıkmak" olduğunu görüyorum. Bizim biricik olduğumuz anlatısı çok doğru ve çok özel bir anlatı fakat bu biricik cevherler en güzel bir sürü farklı renkli cevher bir araya geldiğinde anlam kazanıyor. Bir araya geldiğimizde bir şeyleri değiştirebiliyoruz. Birbirimize el verdiğimizde daha çok empati yapabiliyoruz ve daha iyi kalpli olabiliyoruz. Daha iyi bir dünyayı hepimiz istiyorsak, daha iyi empati pratiklerine sahip olmamız gerekiyor. Takdir, teşvik, destek…

Korkacak bir şeyler var, fobi yapacak bir şey yok. Herkes korkar, her canlı korkar. Küstüm çiçeği bile dokunulduğunda korkar ve kapanır. Korkmak ayıp değildir, yanlış değildir. İnsanı belirli bir noktaya kadar korur. Yüksekten korkmamız doğada düşerek ölen atalarımızdan kalmadır. Ama yükseklik fobisi, bizi risksiz yüksekliklere çıkmaktan da alıkoyar ve irrasyonel bir sürü kaygıya sebep olur. Fobimiz olmamasına, irrasyonel kaygılarla başa çıkmaya daha çok düşünce gücü ayırmalıyız. Dünyadan korkabiliriz ama yaşamaya fobimiz olmaması gerekiyor. Kabuğumuzdan çıkalım ve kaygılarımızın bizi yerimize sabitlemesi yerine, bizi kamçılamasını sağlayalım. Daha güzel günlere…

 

Paylaş:

Bu içeriği beğendiyseniz daha fazlası için ücretsiz üye olun!

SEÇENEKLERİ GÖRÜNTÜLE

Sınırsız Erişime Sahip Olmanın Tam Zamanı

HBR Türkiye içeriğine bir yıl boyunca tüm platformlardan erişin!
ABONELİĞİMİ BAŞLAT

Tüm Arşive Gözatın

Paylaş