Cem Say

Boğaziçi Üniversitesi'nde Bilgisayar Bilimleri Profesörü

“Bilim Karşıtlığı ile Mücadele Düşündüğümüzden Daha Zorlu Bir Süreç”

22 Aralık 2021, Çarşamba
Gülay Ayyıldız Yiğitcan

Bilim ve teknoloji bir yandan tüm hızıyla ilerlemeye devam ederken, insanlığın bir kısmı metaverse’den ve sürücüsüz otonom araçlardan bahsederken hatırı sayılır büyük bir kitle ise hâlâ bu ilerlemeyi kabul etmemekte ve bilime sırtlarını dönmekte direniyor. Bilgisayar mühendisliği alanında ülkemizde önde gelen profesörlerden Cem Say ile “Bilim nedir? Nasıl yapılır? Ne işe yarar? Neye inanmamızı söyler? Neden özgür olmalıdır? Onu inkar edenlerin başına neler gelir?” sorularına yanıt bulmamızı sağlayan son kitabı En Hakiki Mürşit üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

Bilgisayar bilimine olan merakınız nasıl başladı, bu alanda ilerlemeye nasıl karar verdiniz?

Lise yıllarımda bilgisayar bilimi diye bir şeyin olduğunu bilmiyordum. Mühendis olmam lazım çünkü doktor olmayı istemiyorum diye düşünüyordum. Çünkü yüksek puan alan çocuklar doktorluk okumaya yönlendiriliyordu ama ben onu istemiyordum. Doktorluk seçeneklerim arasından çıktığında kala kala mühendislik kalıyordu. Mühendislik hakkında da bir tanıdığımızla konuşmuştum. Bana şöyle demişti: “İnşaat mühendisliği toz, makine mühendisliği yağ demek. En güzeli bilgisayar mühendisliği. Oturuyorsun ofiste. Masa başı işi.” Ben de bu oldukça bilimsel olmayan yönlendirme ile bilgisayar mühendisliğine yöneldim. Neyse ki çok güzel bir alanmış. Bilgisayar mühendisliği aslında kendi teknikleri olan, ürün geliştirmeyle ilgili bir mühendislik aslında ama bir de işin bilim tarafı, yani evrenin temel yasalarıyla alakalı da bir tarafı var. Neyin hesaplanabilip neyin hesaplanamayacağına dair bazı doğa kuralları var. Ne yaparsan yap onun hesaplayamazsın dediği şeyi hesaplayamıyorsun. İstersen yeni bir bilgisayar tipi icat et, olmuyor. Ki bunları zaten yüksek lisansta öğrendim. Neredeyse master yaptıktan sonra bilgisayar bilimine gerçekten ilgili olduğumu öğrendim.

Kitapta da bahsettiğiniz gibi pandemiyle mücadele ettiğimiz bu dönmede virüs salgınından daha önemli olan bir sorun da cehalet salgını. Peki bu cehalet salgınıyla nasıl mücadele edeceğiz?

Onun kolay bir yolu yok çünkü onunla mücadele etmenin herkese ucuz bilgiyi, dünyanın en kaliteli hocalarının derslerini ücretsiz şekilde sağlayabilecek internet alt yapısı olacağını düşünüyorduk. Fakat internet alt yapısı bu cehalet salgınını daha da ilerletti. Hatta internet üzerinden yalan daha kolay üretilip cehalet daha yayılır hale geldiği için doğru bir şeyi söylemeden önce enine boyuna düşünmeniz gerekiyor. Bilginin gerçekten doğru olup olmadığına dair çeşitli kalite kontrol prosedürlerinden geçmesi lazım. Fakat durum böyle değil. Herkes aklına gelen her şeyi söyleyebiliyor. O bakımdan devletin bu işe el atıp erken çocukluk döneminden itibaren bütün insanlara artık çok da sofistike hale gelen yalan mekanizmasıyla nasıl mücadele edebileceğini ve yalanla karşılaştıkları zaman onu nasıl tanıyabileceklerini dair beceriler kazandırması gerek.

Bu esnada kitaptan bağımsız olarak da bir soru yöneltmek istiyorum. Metaverse ilgileri gittikçe üzerine çeken yeni bir sistem haline geldi. Siz metaverse hakkında ne düşünüyorsunuz? Geleceği nasıl şekillendirecek?

Ben bilim kurgu okuruyum. Metaverse yıllar önce bilim kurgu romanlarında geçiyordu. Bu konuda birtakım öncü yazarlar var. Hatta geçenlerde onlardan birine sormuşlar. O da ben bunu o kadar yapmayın, etmeyin diye yazmıştım ama şimdi iyi bir şeymiş gibi sunuyorlar dedi. Aslında eve kapanmaya itirazı olmayan, dışarıya çıkmaya muhtaç bir biyolojisi olmayan bir insan olarak bana o kadar itici gelmiyor. Fakat, asıl gerçek dünyanın daha faydalı olacağı kanaatindeyim. Aslında internet bizi normalde bir arada olamayacağımız insanlarla bir araya getiriyor. Bunda bir sakınca yok hatta çok da faydalı. Ama bir yandan da olmadığımız bir mekanda olduğumuzu hissettirmesinin yararını göremiyorum. Metaverse bağımlılık yapabilir, bağımlılık yapıcı sanal mekanları yapıp kiralayanların ve işletenlerin bu işten kârı olur ve buradan bir ekonomi doğabilir. Fakat, “Ben bu mekanda değil, şu mekandayım” izleniminin kullanıcılara uzun vadede bir artısı olacağını göremiyorum. Tabii, belki bu sistem eğitim için kullanılabilir. Daha tehlikeli olan gerçek ortamda yapılacak deneyler önce bu ortamda yapılabilir. Metaverse gerçek dünyaya hazırlık eğitimleri için kullanılabilir. Olmaz değil, tabii ki olabilir ama ben bunun alıcısı değilim.

Kitapta Cahit Arf’ın "Biz üniversitede öğrenciye ne öğreteceğimizi tam olarak bilmiyoruz, daha doğrusu emin değiliz. Emin olsaydık orası üniversite olmazdı. Üniversite tartışarak gerçeklerin araştırıldığı yerdir: Tartışma olan yerde de sorunlar çıkması doğaldır" sözüne atıfta bulunuyorsunuz. Buradan yola çıkarak bilim eğitimi üzerine ne söyleyebiliriz?

Her tür eğitimin “Ben bunu söylüyorum, böyle olacak” anlayışından çıkması lazım. Bazı şeylerin ezberlenmesi gerekebilir. Bir harf dışına çıkılmamasını gerektiren bazı kurallar olabilir, örneğin hapishanede gardiyanların uygulaması gereken kurallar. Bu gibi kurallar ve ezber faydalıdır. Öte yandan Cahit Arf’ın örnek verdiği durum gibi neredeyse bütün diğer konularda bilim zaten tartışma yoluyla işliyor. Bir yüzyıl sonra bilimin bir tarafının yanlış veya bir tarafının altında yatan kuramın gerçeklerle uyuşmasına rağmen bazı uç noktalarının değiştirilmesi gerektiği, resmin farklı olduğu ortaya çıkabilir. Yani fikrimizi değiştirmemiz gerekebilir. O yüzden, usulünce “Ya bir dakika, hayır bu yanlış galiba” demenin bir sisteminin olması ve bunun bütün insanlara öğretilmesi lazım. “Bir dakika, sen burada saçmalıyorsun, bu haber doğru değil” diyebilmenin, ki bunun ne kadar önemli bir yetenek olduğunu giderek daha da iyi anlıyoruz, okuldan itibaren, öğretmenle öğrenci arasındaki ilişki de dahil olmak üzere bütün ilişkilerde mümkün olabilmesi lazım.

Bilim karşıtlığı, kitapta değindiğiniz gibi, ülkemizde Takiyyüddin’in gözlemevinin yıkılmasıyla Osmanlı’dan itibaren varlığını sürdürüyor. Senelerdir süregelen bu bilim karşıtlığını ve bilimin önündeki engelleri nasıl aşacağız?

Bu da çok sosyal bir olay. Çünkü bu kitapta anlatmaya çalıştığım kadarıyla bilim insan hayatını etkileyen, tarihi değiştiren önemli bir mevzu ve de sosyal bir konu. İki adım sonra dünyayla ilgili başka birilerinin ahkam kesmeyi sevdiği ya da gerçekten ekonomik bir bağlantısı olan bir konuda bir şeyler söylemeye başlıyor bilim. Osmanlı’da da bilim, itirazlar ya da “ben buranın ahkam kesicisiyim, sen kimsin” diyen, kendini tehdit altında hisseden eski düzen tarafından tepki görmüş. Tabii Osmanlı tarihi ya da Osmanlı’da bilim tarihi konusunda bir iddiam yok ama temel birkaç sembolik olayı anlatarak gittim kitabın o kısmında. Şeyhülislam, tanım gereği devletin en etkili ve bilgili adamı, bu yüzden her şey ona danışılıyor. Ondan sonra başkası çıkıp “o öyle değil, böyle” diyor. Tabii ki buna tepki gösteriliyor. Durumun insani açıklaması bu aslında. Fakat gerçek dünya bilimin dediğine göre çalıştığı için ve devletin de gerçek dünyanın çalışma prensiplerine göre davranması uzun vadede onun yararına olacağından (savaşı kazanmak için top mermisini fırlattığın zaman hangi formüle göre gittiğini bilmen gerek) sonunda bu bilimsizlik Osmanlı’nın başına iş açmış.

Kitabın sonlarına doğru Mike Hearn’ün tam otonom araçlara dair gelecek öngörüsüne değiniyorsunuz. Bu konudan biraz bahsedebilir misiniz? 

Bu fikir benim çok ilgimi çektiği için Hearn’ün kendisiyle de yazıştım. “Fikir hakikaten sizin mi yoksa birinden mi öğrendiniz?” diye sordum. O da “Evet, benim fakat o hikayeyi orada ben uydurdum ve hikaye bitcoin ile ilgiliydi. Ben orada blok zinciriyle ilgili bir şey anlatmak istiyordum ve oradaki aktörlerin insan bile olmasının gerekmeyeceğine dair çarpıcı bir örnek bulmak istiyordum” dedi. Bir kere her şeyin dijitalleşmesinin böyle bir sonucu var zaten. Yani para, alım satım gibi bir sürü aksiyon gerekiyor. Hayat zaten dijitalleşti fakat bu dijitalleşme daha da ilerlerse, o zaman bu sefer alım satım, yatırım işini gerçekleştirenlerin insan olma gerekliliği azalarak ortadan kalkacak. Kitapta anlattığım senaryoda arabaların sahibinin olmaması, özgür olmalarının bir mantığı var. Ekonominin mantığına göre, tüketicinin muhatap olduğu taksi şirketleri ne kadar küçük olursa kendi aralarında rekabet o kadar artacağı için fiyatlar o kadar düşer. Ekonominin bu mantığına dayalı olarak Mike Hearn, “Bakın bu bizim için de kârlı, bunlara bu anlamda özgürlüklerini vermemiz lazım”ı çok güzel bir şekilde açıklamış bu öngörüyle. Benim bu yapay zeka dünyayı ele geçirecek iddialarına en tipik cevabım, “Niye yapsın ki? Derdi ne?” demek oluyor. Bizim onlara bu anlamda otonomi ve ekonomik bağımsızlık vermemizin böyle bir mantığı var. Bu çok hoşuma gittiği için kitabımda da bu örneği kullandım. 

Paylaş:

Bu içeriği beğendiyseniz daha fazlası için ücretsiz üye olun!

SEÇENEKLERİ GÖRÜNTÜLE

Sınırsız Erişime Sahip Olmanın Tam Zamanı

HBR Türkiye içeriğine bir yıl boyunca tüm platformlardan erişin!
ABONELİĞİMİ BAŞLAT

Tüm Arşive Gözatın

Paylaş